“Kâbe’ye en yakın mescitlerden biri, İstanbul’un en sessiz tanığıdır: Akbıyık Camii.”
Asırlara karşı dimdik duran bu mütevazı yapı, İstanbul’un kalbinde vakit namazı gibi sessizce akıp giden bir zamandır.
İstanbul’un Ahırkapı semtinde, denizin ve surların arasına gizlenmiş bir sadelik abidesidir Akbıyık Camii. 1464 yılında Fatih Sultan Mehmed devrinde, devlet adamlarından Akbıyık Muhyiddin Efendi tarafından inşa ettirilmiştir.
Zamanın tahribatına uğrayan cami, Sultan II. Abdülhamid döneminde yeniden yapılmış; en son da 1950 yılında Anıtlar Derneği ve halkın katkılarıyla tekrar ayağa kaldırılmıştır. Ancak bugün orijinal yapısından hiçbir iz kalmamıştır. Yalnızca geçmişin hatırası gibi toprak altından çıkarılan bir kabir taşı, üzerinde H. 814 tarihiyle Muhyiddin Efendi’nin adını taşıyan sessiz bir tanıklık sunmaktadır.
Akbıyık Camii, sadece bir ibadet mekânı değil, aynı zamanda İstanbul’un manevî tarihindeki özel bir noktadır. Çünkü bu mescit, sur içindeki İstanbul’un en güneyinde yer aldığı ve Kâbe’ye en yakın konumda bulunduğu için halk arasında “Evvel-i Kıble” olarak anılmıştır. Ayrıca “mescitlerin imamı” anlamına gelen “İmâmü’l-mesâcid” unvanı da ona layık görülmüştür.
Bir zamanlar, Osmanlı İstanbul’unda ezan sesi ilk defa bu camide yükselir; diğer tüm camiler ona kulak verip ardından ezan okumaya başlardı. Lâkin geçen asırlarda yaşanan yangınlar, depremler ve tahribatlar, caminin orijinal mimarisini günümüze ulaştırmaya yetmemiştir.
Bugün yalnızca minaresi, ilk yapıdan ayakta kalan bir emanet gibidir. Sessizce göğe doğru yükselir; hem şahit hem de şefaatçi gibi... Camiden geriye kalan bu zarif minare, geçmişin hatırasını bugüne taşıyan bir parmak izi gibidir.
Akbıyık ismi 1934 yılına kadar mahalle ismi olarak da yaşamış, bu tarihten sonra Sultanahmet Mahallesi’ne dâhil edilmiştir. Muhyiddin Efendi’nin kabri de hâlâ buradadır. Burası sadece bir cami değil; bir tarihin, bir tevazuun ve bir duanın taşlara işlenmiş hâlidir.